Altınoluk’a ilk ayak bastığımda yıl 1984’tü. Buradan da yaşım çıkacak ama görece fazla olmadığından ve bunu da zaten hiç takmadığımdan; o zaman İstanbul Erkek Lisesi orta 3’teydim. ‘Elefant’ lakabıyla ünlü can mı can bir sınıf arkadaşımın yazlığına gitmiş ve en azından benim adıma, hayatımın en eğlenceli 10 gününü geçirmiştik.
Beş ergen delikanlı, sadece gidiş geliş olan (yaşı tutanlar bilir, o zaman duble yol filan yoktu ve doğa gayet mutluydu) yolda, İstanbul’dan yaklaşık 10 saat süren bir yolculuk sonrası sabaha karşı inin cinin top oynadığı, sıradan bir Ege köyünden bir tık hallice Altınoluk’ta indiğimizde bir çay içecek açık kahvehane bile bulamamıştık. Neyse ki otobüste yol boyunca zaten yeterince ‘kelle’ olduğumuzdan (o zamanlar bu da mümkündü), bu da sorun olmamıştı.
O 10 günde yaptığımız ve kendi halinde Altınoluk ahalisini canından bezdiren hergeleliklere hiç girmeyeceğim, ama zaten başka da yapacak bir şey yoktu.
Altınoluk merkezinde birkaç küçük lokanta ve pastane, sahilde de yine oturup çay içebileceğiniz (en ünlüsü Çınaraltı) iki-üç çayhane ve o zamanlar her sahil beldesinde âdet olduğu üzere birkaç dondurmacı, lokmacı ve bir de kokoreççi vardı. İncik boncuk, kolye ve deri bileklik gibi takılarını satan o dükkanlardan ise bilemediniz 5 tane görebilirdiniz ki, bu da seçme konusunda hayli kolaylık sağlardı. Yanlış hatırlamıyorsam, Akçay’a gidiş yolu ki şimdiki gibi ardı ardına siteler ve evlerle dolu değildi, ‘Stardust (nedense o dönem her 5 diskodan birinin adı bu olduğundan tamamen sallamış da olabilirim)’ diye minik bir gece kulübü olsa da, en azından o 10 gün içinde orayı hiç dolu görmedik.
DIŞARIDA ÇAY, EVDE RAKI
Zaten bu nedenle biz de Akçay’a doğru son yerleşke olan (o zamanlar birkaç yüz metre uzaklıktı, şimdi Akçay ile Altınoluk neredeyse birbirine dokunuyor) yan sitenin kendi kulübüne gider, orada Scorpions’un ‘I’m still loving you’su çalarken, kızlarla göz göze gelmeye çalışırdık (hatta benim birkaç dans koparma başarım da vardır ki, bu arkadaşlar arasında büyük alkış almıştı).
Altınoluk’ta, gündüzleri kent merkezindeki pansiyonların önünden de dahil olmak üzere (ama özellikle Küçükkuyu yönündeki bomboş sahillerden) hafif taşlı sahilde denize girilir, geceleri de ya merkezde sınırlı sayıda ‘eğlence’ mekânında çay içilip çekirdek çitlenir ya da tercihan herkes evinde şahane Ege otlarından bol zeytinyağlı, Çanakkale domatesli, Ezine peynirli masasını kurar, tahmin edebileceğiniz ama benim burada yazamayacağım şekilde, Kazdağları’ndan bol bol oksijen taşıyan serin esintinin huzurunda, ‘gereğini’ yapardı.
Bugünün Altınoluk’u ise artık büyükçe bir kasaba. Annem de dahil, taşınan emekli nüfusu yoğun olduğu için, artık kışın bile görece bir yoğun nüfusa sahip. Haziran gibi başlayıp ekim başına kadar süren sezonundaysa, gerçekten adım atmakta zorlandığınız, dükkân, lokanta, incik boncukçu ile dolu. Yazları her tatil beldesinde olduğu gibi “kuru kalabalık, üç-beş kat pahalı etiketler, yetersiz servis”e rağmen Altınoluk hâlâ kirlenmemiş lacivert deniziyle kaliteli ama nispeten ucuz tatil fırsatını değerlendirmek isteyenler için şahane bir seçim olabilir; zira Güney Ege’de bir lahmacuna vereceğiniz hesap miktarıyla aile boyu en lezzetli çiğbörek ve gözlemeleri yiyebilirsiniz, yanında ayran da bonus olur...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.